Yaşam Halleri

Uyanıyorum. O kadar acıkmışım, o kadar acıkmışım ki, yataktan dolaba gözlerim kapalı resmen koşuyorum, soğuk süt ve bisküvi ile olan birlikteliği çok seviyorum. Etraf sessiz, çıt yok, kapkaranlık bir gökyüzü, Pirinç yanımda bitiyor, evi teftiş memuresi kendisi, "gurrkk" gibi bir ses çıkıyor boğazından. Tam böyle de değil aslında, ama harflere de dökemiyorum o sesi. Garip. Güvercinlerin çıkardığı gibi bir ses. Nasıl beceriyor, hiç anlamıyorum.

Dün Simon'u Emre'ye götürdüm, içparazit aşılarının üçüncüsünü olmamıştı, götürememiştim, Oğuz işten erken saatlerde ayrılamayınca, Emre kliniği kapatmadan en iyisi ben götüreyim dedim, turuncu bir çantam var, dev bir çanta, sırtıma ne istersem alabileceğim cinsten, koydum çantanın içine, bebeklerini kanguruda taşıyan anneler gibi, aldım önüme de çantayı, atladım motora, hooop Emre'nin yanına. Simon yolda hiç susmadı, mauv da mauv. Kliniğin önünde iki genç kız, Emre'nin sokaktan toplayıp sahiplendiği kedileri seviyorlar, çantanın fermuarını açtığımda Simon kafasını çıkarınca kızlar şaşırdılar, beklemedikleri bir şeydi turuncu çantadan çıkan turuncu kafa. Hasta muayene odasında, tatlı bir köpek yatıyordu sedyenin üzerinde. Kulağını temizleyeceklermiş, Simon kucağımdayken, "sedyenin boşalmasını beklemeyelim, kucağındayken yapayım şunu" dedi Emre, aşı yapılırken bizimki bastı yaygarayı, düşündüm de, Onun da bir canı var yahu, bit kadar filan ama acıyı biliyor ve şimdiden Emre'yi sevmiyor.

Leş'i okumaya devam ediyorum. Kitap Edgü'nün öykü kitaplarını günümüzden geçmişe olarak derlemiş. Yani Edgü kronolojik olarak okunmak istense, sondan başlanması salık verilmiş, ben baştan başlamıştım, şu an 1960'lı yılları okuyorum ve günümüz öykülerini nasıl desem, daha bir sevdim, daha etkilendim, Edgü kesinlikle okunası öykücülerden.

Oğuz tam da Foucault Sarkacı'na yeniden başlamıştı geçen cumartesi, akşamları başına Leyla ile Mecnun'u çıkardım. Akşamlarımız genelde şöyle oluyor, yemek faslımız var, sonra evin içinde şöyle bir dolanma kısmı var, dünün yaşananlarını toplama adına, sonra işte bir şeyler izleyelim durumu var, tüm bunları yaparken konuşuyoruz, Oğuz'la en çok konuşmayı başarıyoruz, seviyoruz, hiç bitmeyen bir anlatma hali, telefonda ise bir o kadar az iletişim kuruyoruz, Evde yoğurt var mı? Bir şey lazım mı? gibi kısa ve net cümleler.

Babam ben küçükken anneme sormadan eve nerdeyse hiçbir şey almazdı. Eve alışveriş yapmayı çok sever üstelik, aile kasabımıza uğramışsa mesela, mutlaka oradaki telefonu kullanır, anneme "hanım kasaptan ne lazım?" diye sorardı. Cep telefonu olmayınca, uğradığı tüm dükkanlardan annem ısrarla aranırdı, annem "bana sormadan iş yapamıyor bu adam" diye söylenirdi telefonu kapatınca ama ben içten içe bu durumdan hoşlandığını da bilirdim.

Bir erkeğin "eve bir şey lazım mı?" sorusu çok duygusal bir soru gibi gelir bana, aile kavramını o sorunun altına yazarım, Oğuz'un buzdolabındaki süt stoklarını kontrol edip bana sormadan almasına da hayran olurum, böyle söyleyince, hem soru sorulsun ama bazı şeyler de sorulmadan alınsın durumu çıkıyor ya, "kadın olmak böyle işte" diyerek sıyrılırım ben bu işin içinden, olur biter :)

Yorum Gönder

 

Copyright © Kültür Sanat Blog | Powered by Blogger | Template by 54BLOGGER | Fixed by Free Blogger Templates