Bir adam tanırdım bir zamanlar, yazı dili öyle keskin, öyle sivri ve öylesi incitmeye yönelikti ki neye uğradığını anlayamaz şaşar kalırdı insan. Söylemek istediği şey özellikle yazı dilinde olunca daha ağır bir etki yaratırdı. Sanki işin içine ses girse o kadar yaralayıcı olmayacak söyledikleri. Yazarken insan yazdıklarına ton veremiyor. O adam, belki biraz olsun bu etkiyi hafifletme isteği ile yazdığı o hınç dolu cümlelerin sonuna gülücük konduruverirdi. Ben işte en çok o sona konan gülücüklere sinir olurdum, sonra sonra okuma edimlerimde merhamet emaresi olarak konulduğunu hissettiğim gönül almaya yarayan gülücüklere hiç tav olmadım. Hani karşımdaki kişi bıçağı kınından çıkardıysa şayet, hani göze alabilmişse bunu ve üstelik tenime değdirmişse ucunu bıçağın, başladığı işi yarım bırakmasın isterim, bütün öfke saçılsın ortalığa, o bıçak şöyle bir varlığını hissettirsin üzerimde, hissettirsin ki üzerinde tarafsızca düşünebileyim.
Oysa ki eleştirinin can yakmayanlarına da rastlıyorum, kestirip atılmadan gerçekleşenlerine de.. Baştan savmadan, üstün körü olmaksızın, üzerinde düşünerek, tartarak, kimi zaman kendine, kimi zaman karşındakine hak vererek. Tüm bunlar çok hassas konular. Derinlik isteyen yolculuklar.
Geçenlerde Janis'in msn iletisi ilişti gözüme, "Eğer son birkaç yılda önemli bir fikrinizi değiştirip yenisini edinemediyseniz hemen nabzınızı kontrol edin. Ölmüş olabilirsiniz."
Durdum düşündüm yaşadığıma karar verdim.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)





Yorum Gönder