Toplam olarak tam altı kişiydik. Sezen dahil herkes Sezen'in ağzından çıkacak olan kelimelere bakıyorduk. Ortalık koli yığınları ile doluydu. Adım atmakta zorlanıyorduk. Ömrü hayatımda görmediğim ilaç isimleri ile karşılaşıyordum, Oğuz tüm muzırlığı üzerinde, herşeye espri ile yaklaşıp Sezen'in üzerindeki "bunca ilaç nasıl dizilecek bu raflara bir gecede" gerginliğini almaya çalışıyor, başarıyordu. Ben durup durup, "tamam, olmadığı yeri söyle raflar arası kaydırma yaparız, gerekirse bir daha dizeriz" diyordum, arada bir kapı önüne çıkıp köy kahvesine oturmuş yaşlı amcalara göz atıyordum. Klima takılmadığı için her yanımızdan şakır şakır terliyorduk, ama orada bulunan herkes o ilaçların o raflara yerleşmesi için çok istekliydik, yeter ki her şey Sezen'in istediği gibi olsundu.
Ben tabii işin başına geçmeden bu rafları yerleştirme işini çok hafife aldığımdan habersizdim, zannediyorum ki alıp konulacak ilaçlar hoop bitecek, öyle kafaya göre dizilmiyormuş, etken maddelerine göre ayrılmaları gerekliymiş, e hadi vitaminler, ağrı kesiciler, antibiyotikler tamam da, ilaç dünyası bunlarla da sınırlı değilmiş, çıldırdık. Oğuz, ben ve Mutlu kutunun içinden aynı isimli ilaçlar çıkınca puzzle yapar gibi, mutlu olduk, Sezen'in ağzının içine bakıp komut bekledik, durduk.
Köy ile Edirne arası tam 20 kilometre. Köye gitmek için çeltik tarlalarından aralarından geçmek gerek. Yol çok düzgün. Bir yere kadar anayol, sonra ara yola sapılıyor ama, ara yol da beklediğimden düzgün çıktı, motoru kullanırken hiç zorlanmadım. Köy, bildiğimiz köylerden. Biz gece boyunca çalışırken birileri gelip gidip köy kahvesinden çay ısmarladılar, sürekli lokum sandıkları geldi önümüze, uzattık elimizi lokumlara, nişan ve düğün haberleri olduğunda köy içinde âdettendir lokum dağıtılırmış, biliyordum da, karşılaşınca yeniden hatırladım. İkinci lokum sandığı geldiğinde, "biz aldık biraz önce" dedik hep bir ağızdan, "bu başka, o nişandı bu düğün" dedi bize lokumun tatlılığını sunan kişi. Aradan biraz zaman geçmişti ki, kırmızı kurdele ile göbeğine davetiye bağlanmış bir havlu bırakıldı dağınık kolilerin arasına, işte yine bir köy âdeti. Bir gün içinde o köyden biri gibi olup çıkmıştık. Kahvenin önüne bir ara kırmızı bir araç geldi, dondurmacıymış, Derviş almadan durur mu? Gitti hepimize dondurma aldı, külahta. O dondurma hepimize öyle iyi geldi ki. Bir ara Oğuz'un telefonundan, ses sistemi bilgisayara bağlanınca bilgisayardan müzik dinledik. Derviş, Amy çaldı durdu bilgisayardan, alt raflara eğilmiş antihistaminiklerle haşır neşirdim ki, o an "vay anasını be, bu kadın da gitti" dedim.
Eczane köyün göbeğinde, biraz ilerisinde sağlık ocağı var, iki köy kahvesinin arasında kalmış durumda, eczanenin önünde bir ağaç var, önünde bir bank vardı, muhtarın âzalarından biri saat 23 sularında hem "kolay gelsin gençler" dedi hem de ilerideki bir depodan ikinci bir bank daha getirdi, iki bankı karşılıklı koyduk, ha şöylee. Oturalım mı? Oturamadık tabii. Henüz köy meydanı sessizliğe kavuşmamışken, çocuklar top oynarken, atladık araçlara, Derviş önümdeki, Oğuz, Sezen, Mutlu, Murat ardımdaki arabada, ben ortada, uça kaça sessiz kentimize geldik, evlere dağıldık, duşumuzu aldık. Uzun zaman sonra özlediğim beden yorgunluğu vardı üzerimde uykuya dalmadan önce. Yaşamak güzel.
Oğuz uykuya dalmadan önce yolculukla ilgili aklına takılmış olmalı ki, hızınmın bir ara 100'ü vurduğunu, bunu farkettiğini, biraz tedirgin olduğunu, hafif bir korku da duyduğunu söyledi, en kısa zamanda "sana dizlik, kolluk gibi diğer aparatlardan da alalım" dedi. Anlaşılan kaskımın olması yeterli gelmedi gözüne. Uyuduk.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Yorum Gönder